Şimdi de beşerî sistemler ve Şeytan ilişkisine değinelim. Şunu belirterek başlayalım: Tüm beşerî sistemler, öncelikle beşerin muhayyilesinde inşa edilir. Daha sonra yazıya (veya bir yazım ortamına) geçirilir, böylece bir “plan” oluşturulur; sonra ise “uygulama”ya geçirilir.
Farklı biçimde ifade edecek olursak: (1) Önce “hareket” Kişi’nin muhayyilesinde oluşturulur, (2) sonra bu “hareket” yazı ile iz-lenir, ve sonra da (3) bu “sabitlenmiş plan” üzerinden aynı “hareket” tekrar edilir.
Doğrusu; İnsanlık yerleşik düzene geçmeden önce, (ya da tüm “İnsanlık” adına konuşmayalım, fakat diyelim ki “şehirleşmenin” bu kadar artmadığı Antik dönemlerde) Göçebe toplumların böyle bir ihtiyacı yoktu. Zîra sürekli bir hareket hâlindeydiler zaten. Fakat “hareket”leri, Arz’ı keşfetmelerinde ve keşfin getirdiği “ferahlık”a vesile oluyordu. Onların, Arz’ın üzerinde bir hâkimiyet kurmak gibi bir dertleri olmadığı için, yazı ve belgelere dayalı beşerî sistemler kurmaları da söz konusu olamazdı.
Aynı zamanda bu İnsanlar, diyebiliriz ki tamamen Kâinat’ın Mizan’ına göre yaşıyorlardı. Onların “hareket”leri, Tanrı tarafından belirlenmiş Düzen’e göre gerçekleşiyordu ve “ritim”lerini de bu Düzen’e göre ayarlıyorlardı. Ki bu da, esasen Hakk’ın Rububiyyet’ine uymak/sığınmak/teslim olmak demektir.
Yerleşik düzene geçişle ise, bu sefer Kainat’ın Mizan’ına uygun “hareket”, bu sefer Metafizik İlke’lere uygun inşa edilen Yapı’lar ile gerçekleştiriliyordu. Aradaki fark şu ki, böylece bu İlke’lerin tecellîsi “sabitleniyor” ve (kısmî anlamı ile) “kalıcılaştırılıyordu”. Bu iki Antik yaşam biçiminden biri Allah’ın Hayy ismini, yani “diri, hareket hâlinde olan”; diğeri ise Allah’ın Kayyum ismini, yani “kalıcı olan, ayakta tutan”; zikredip yaşıyordu.
Açıktır ki, burada bir denge söz konusudur. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz Karanlık Çağ’ın (Kali-Yuga’nın) aksine, Altın Çağ’larda Arz üzerinde toplumlar arası bir ahenk söz konusu idi.
Burada oldukça önemli bir detay vardır ki, Yerleşik toplumlarda bir “birikim” durumu söz konusudur. Varlık’ın yaratımı ile Zaman-Mekân’ı, Zaman’ın ise Seyr’i ile Mekân’da “hareket”i oluşturması ile, her varlık kendi “hareket”ini sergilemektedir. (Yerleşik toplumlarda ise, bu “hareket”, “katılaşarak” bir “birikim” oluşturur.)
Ne var ki, Yerleşik toplumlar Yazı, Sanat ve Mimarî ile “kalıcı” eserler ortaya koyarken, Göçebe toplumlar Arz’da (kalıcı) bir İz bırakmamaktaydı. Böylece “yozlaşma” da ancak bu Yerleşik toplumlarda “kalıcı” izler oluşturmaya başladı. (Ki zaten yozlaşma ile birikim kavramları arasındaki kuvvetli bir bağ bulunur.)
Keza Arz’da yürüyenler Hakk’ın Rububiyyet’i (yol göstericiliği) ile yollarını bulurken ve zikirlerini/dualarını/ibadetlerini yolda sesleri ile edâ ederken; Arz’da yerleşenler bunu Hakk’ın Rububiyyet’ine uygun eserleri ile edâ ediyordu. Fakat Yerleşik toplumların şöyle bir sorumluluğu vardır ki; bunlar Vahy’in İlke’lerine uygun eserler vermekle, ve “kalıcılık” niteliklerine uygun olarak bu İlke’leri (kendi ahlâkî nitelikleri ile birlikte) muhafaza etmek ile yükümlüdürler. Ancak bu şartla, beşerî sistemler Hakk’ın Rububiyyet’ine uyar.
Aksi takdirde, günümüzde görülebildiği gibi beşeriyet Kâinat’ın Nizâm’ına aykırı davranarak, Arz üzerinde “sahiplik” iddia etmiş olur. (Ölümlü bir canlı için, ne büyük bir gaflet!)
Burada aynı zamanda, git gide artan, bir “tabiattan kopma” ve “yapaylaşma” söz konusudur. Bu aynı zamanda beşerin diğer canlı türleri ile, Arz’ın diğer sâkinleri ile arasında giderek artan bir “uzaklaşma ve yabancılaşma” meydana gelmesine yol açar. Özellikle aşırı kentleşmeye (metropolleşmeye) mâruz kalan bireyler, buradaki “sıkışıklık”ın etkisi ile Gerçeklik algılarını yitirme veya en azından bunların yıpranması riski ile karşı karşıya kalır. Öyle ki, bir noktada kimileri Canlı kavramının anlamını idrak edemeyecek hâle gelip, canlıları bir çeşit “mekanik düzenek” zannedecek (çünkü çevreleri bunlarla doludur) kadar Gerçeklik algılarını yitirmektedirler.
İşte burada, Şeytânî kuvvetlerin nasıl beşerî sistemlere karıştığını incelememiz gerekiyor.
Şöyle ki, İlâhî İlke’ler yok sayıldığında, geriye beşerin “hareket”ini belirleyecek ne kalır? Nefsinin hevâ ve hevesleri. Bunlarsa, basitçe hayatta kalışımız ile alâkalı bedensel kodlar/programlar/şartlanmışlıklardır. Bu durumda, yaşamın “katılaşması” diyebileceğimiz bir durum görülebilir. Zîra Kent’te oluşan “katılaşma” ve “sıkışma”, beşerin yaşadığı ile paraleldir ve biri diğerini tetikler. Ayrıca bu, hevâ ve heveslerin “basitliği” ile, hem üretilen eserlerin “basitliği” hem de Dil’in ve davranış biçimlerinin “basitliği” olarak kendisini gösterir.
Demek ki burada Göksel ve İlâhî olanın “tersi” yönde bir “ilerleme” söz konusudur; ki Şeytan’ın tanımını “(olması gerekeni) tersine çeviren kuvvet” olarak yapmıştık. Yani İlke’lerden sapan beşerî sistemlerde, tam anlamı ile Şeytânî diyebileceğimiz bir şey söz konusudur.
19.12.2023