Tasvirlerin Putlaştırılması

Her Sûret, Hakk’ın bir yaratımıdır. Sûret’in ötesinde, Hakk’ın onun izhâr ettiği, oluşa getirdiği bir Tecelli yer alır. Sanatçı Kadın, gördüğü Sûret’in Bâtınî veçhesini idrâk edemeyip, bu Sûret’i “tapılası” bir şey zannetmiştir.

Kur’an’da, Hz. Musa’nın kavminden uzaklaştığı kısa bir süre içerisinde, kavminin içlerinden bir kadın sanatçının yaptığı bir Altın Buzağı heykeline tapmaya başladığı anlatılır. Bunun üzerine Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun’a celallenerek, kavmini ona emanet ettiğini söyler. Bunun üzerine Hz. Harun, onlara Hakikat’i anlatmaya çalıştığını, fakat sözünü dinlemediklerini söyler. (Taha Suresi, 85-100. Ayetler)

Bu hikâye beni tefekküre sevk etmişti. Kim, neden bir Altın Buzağı heykeline tapar? Hz. Musa’nın kavminin bu tavrına anlam verememiştim. Üstelik, hangi sanatçı, neden böyle bir heykel yapıp da insanları buna tapmaya teşvik etsindi?

Belki de bu hikâyeyi, sadece tarihsel bir olayın ötesinde, içinde Hakk’ın bizden idrâk etmemizi istediği belirli Hakikat’lerin olduğu bir Anlatı olarak okur isek, önümüze yeni anlam kapıları açılabilir. Çünkü Kur’an’ın mesajı evrensel ve zaman-ötesidir. Bu durumda, Kur’an’da bahsi geçen her hikâye, bize tarihsel olguların ötesinde, İnsan’a dair evrensel ve zaman-ötesi Hakikat’lerin mesajını iletir.

Ayetlerden bu Hakikat’leri keşfetmek için, bu ayetlerin sembolik anlamlarını çözümlemek, yani te’vilini yapmak gerekir. Kısacası, Kur’an’da geçen bâtınî Hakikat’lerin keşfi, bu ayetlerin Hakkanî yorumlamaları sayesinde, mümkündür. Kur’an’da geçen bu hikâyeyi, tasavvuf düzleminde yorumlamak istiyoruz.

Hz. Musa, Allah’ın peygamberi ve resulüdür. Hakikat’i tebliğ eder. Mutmain olmuş, Vahy’e tâbi olan Nefis’tir. Vahiy ise, Bilgi’nin direkt ve dolaysız biçimde Hakk’tan kuluna indirilişinin adıdır. Vahiy, kuşkudan ve şüpheden arındırılmıştır. Vahy’e tabi olan Nefs, bu Bilgi’yi kesinkes kendi nefsanî çıkarlarına alet etmez/edemez. Zira Kendi Nefs’i Hakk’a tâbidir. Böylece Enbiya, herhangi bir kişisel çıkar gözetmeksizin, Hakk’ın elçisi olarak Hakikat’i tebliğ eder.

Vahiy, arındırılmış/korunan Bilgi’dir. Vahy’e benzer, fakat daha aşağı düzey bir Bilgi akışının adına ise İlhâm denilir. İlham alan Nefs mertebesine ise Nefs-i Mülhime adı verilir. İlham alan Nefs, Hakk’ın yaratımına dair Bilgi’lerin keşfine mazhâr olur. Yaradılışın “Biçim ve Form’larını” keşfeder. Bu Biçim ve Form’lar ise, Zaman’a bağlı olarak, belli bir Hareket’e yani “yaradılış sürecine” tâbidir. Bu “yaradılış süreci”nin izlenmesi ve seyredilmesi, en genel anlamıyla Sanat’ı doğurur. Her türlü Yazıt, bu tecellinin sonucu oluşa gelir. Vahy’i İlham’dan ayıran en belirgin unsur ise, Vahy’e tâbi olan Nefs’in, artık hiçbir kişisel/nefsâni çıkar gözetmiyor oluşudur. Tek Odak’ı Hakk ve Hakikat’tir. Şayet başka türlü olsaydı, bu Hz. Peygamber’in Kur’an’ın ayetlerini tebliğ ederken kişisel çıkarlarını gözettiği anlamına gelirdi, ki bu da Hz. Peygamber’in Kur’an’da övülen yüce ahlakına ters düşer.

Kavmine Altın Buzağı biçiminde bir put yapan Sanatçı Kadın, eğer âyeti Bâtın’i veçhesinden okursak, İlham alan Nefs’i temsil eder. Her mülkün Mâlik’i Allah’tır. Âlemlerin Rabb’i Allah’tır. Bu da demektir ki, Sanatçı Kadın’a – Nefs-i Mülhime’ye ilham olunan Bilgi de ancak ve ancak Allah’a aittir. O, Alim sıfatı ile İlm’in küllünü kuşatmıştır. Nefs-i Mülhime’nin bir remzi olarak da okunabilecek olan, Sanatçı Kadın figürü, Hakk’ın ilham ettiği vizyonu/hayali/rüyayı/yakazayı veya bu Bilgi’nin ilham ediliş şekli her nasıl ise, bu Bilgi’nin ancak sûretini görebilmiş, ardındaki Bâtınî Hakikat’i idrâk edememiştir. Bu sebeptendir ki, keşfetmiş olduğu Bilgi’nin sûretine takılıp, Şeytan’ın hilesine kanarak, bu Sûret’i kendi kişisel çıkarlarını tatmin etmek için putlaştırmıştır.

Her Sûret, Hakk’ın bir yaratımıdır. Sûret’in ötesinde, Hakk’ın onun izhâr ettiği, oluşa getirdiği bir Tecelli yer alır. Sanatçı Kadın, gördüğü Sûret’in Bâtınî veçhesini idrâk edemeyip, bu Sûret’i “tapılası” bir şey zannetmiştir. Fakat hiçbir Sûret, Hakk’ın Kendi’si değildir. Hiçbir görüntü, şekil, biçim ve form, Allah değildir. O, Beşer’in Kendi’sini nitelendiği her şeyden münezzehtir.

Sanatçı Kadın’ın/Nefs-i Mülhime’nin ise kendisine bu varlık izafiyeti, Kibir’inden kaynaklanır. Kendisine keşfettirilen Bilgi’yi (ki onun durumda bu ancak bir Sûret’ten ibarettir, keza bu Sûret’in Batîni Hakikat’ine vakıf değildir) kendi benliğine izâfe etmiştir. Böylece kibirlenip büyüklenerek, Halk’ın üzerinde etki sahibi olmanın verdiği hazzın ve gururun keyfini sürer. Bu şekilde sadece kendisinin değil, Hakk’ın bir Veçhe’sini putlaştırarak, Halk’ın da Hakk’ın Kendi’sine olan rabıtasını keserek, Allah’ın Din’inin önünde yol kesicilik, eşkıyalık yapar.

Gelgelelim, Altın Buzağı’ya. “Öküz Başı” antik metinlerde, Yaradılış’ı hikâyeleştirme/teşbih yoluyla anlatırken kullanılan sembollerden birisidir. Tabii ki, bir hayvan türevi olarak öküzün cisminin “yaradılış sürecinde etki sahibi olması” Akl’a uyar bir düşünce değildir. Zira her gün binlerce öküz doğmakta ve binlerce öküz ölmektedir. Ayrıca herhalde kesilip etinden yahni yapılıp, sofrada yenilen bir hayvancağızın, “yaradılış sürecinde etki sahibi olması” düşüncesi abestir. Fakat burada bu metinleri, Modern çağdaşlarımızın aksine, tamamen anlamsızlık ile damgalayıp bir kenara atmamak gerekir.

Antik metinlerde, Halk’ın idrâk etmekte zorlanacağı konularda, teşbih sanatına sıkça başvurulur. Bu yönüyle düşünüldüğünde, “Öküz Başı” veya “Altın Buzağı” Şekl’i itibariyle bâtınî bir Hakikat’e işaret eder. Bu ve benzeri Sembol’lere ne “tamamen anlamsızlık” atfetmek ne de onların Sûret’lerini (görsel/işitsel/duyumsal vasıflarını Odak edinip) putlaştırmak sağlıklı bir tutumdur. Düşünüyoruz ki, sağlıklı olan bu Sembol’lerin Hakk’ın hangi sıfat ve isiminin remzi olduğunu tefekkür etmek ve bunları fehm ve idrâk etme çabasında olmaktır.

Altın Buzağı üzerinde, düşünüyoruz ki bu Biçim’in Zaman ile nasıl oluştuğunu tefekkür etmek faydalı bir yorum metodolojisi olabilir. Aslen hikâyedeki Sanatçı Kadın’ın da yaptığı budur, fakat o kibrine yenik düşüp bu keşif sürecini Nefs’ine izâfe etmiş ve onunla insanları etkilemenin hazzına ve gururuna yenik düşmüştür. Hâlbuki bu Şekil putlaştırılmadığı takdirde, bu tefekkür süreci Sanat Felsefesi’ni meydana getirir. Hepsi ise birlikte, Âlemlerin Rabb’i Allah’ın lütfu ile, Yaradılış’ı meydana getiren Metafizik İlkeler’in keşfine Kişi’yi yöneltir. Ya da en azından Rabb’inden bu nasibe duacı olması için bir vesile/aracı olur.

10.07.2023

Emin Ali Ertenü
Emin Ali Ertenü
Articles: 511

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir