Ruh(un) Çağrısı

Ruh’un mâhiyetini asla açıklayamayız, keza “Ruh Rabb’in emrindedir”.

“Yazı’nın Ruh’u” hakkında yazmak istiyorum. Bu Yazılan’ın arkasından seyreyleyen şeydir. Onun (kendisini) çeşitlen(dir)mesi, belirli sıfatların/özelliklerin/isimlerin açığa çıkmasına yol açar. Ve zaten bunlar potansiyel varlık hallerinden, aktif/mevcut varlık hâline gelmek isteğinde oldukları için (yani kendilerini gerçekleştirmek, her varlık gibi tabiatlarında olduğu için), bu çeşitlenmeden önce vardırlar ve Yazı’yı Yazan Kalem’in hareketi, ancak bunlara yönelerek başlar. Yani hareket ve çeşitlenme, sabit ve belirli bir şeyin arayışı ile oluşa gelir.

Biz buna Dert’in Anlatım’ı veya Mânâ’nın Aktarım’ı diyoruz. Bu süreçte nefs/benlik, yeni kuvvetler geliştirir ve mevcut kuvvetlerini/yeteneklerini kullanmada ustalık kazanır. Yazdıkça daha iyi bir Yazar, çizdikçe daha iyi bir Çizer, dinledikçe daha iyi bir Dinleyici hâline geliriz. Çünkü Yazı’nın Ruh’u ile tanışıklık kazanırız, bizim Kağıt’a sirâyet ettiğimiz gibi o da bize sirâyet eder.

Pek çok toplumda, benzer arketipik davranışlara rastlarız. Çağrı/dua/zikir bunlardan birisidir. Gene, her Medeniyet’te bir muadilini bulabileceğimiz Ruh kavramı/arketipi ile birlikte; (bu ikisinin bir birleşimi gibi düşünülebilecek olan) Ruh Çağırma denilen arketipik bir olgu ortaya çıkar.

Arketipik ihtiyaçlar, bilinç-dışı kaldıkları takdirde, bireyleri hurafelere ve bilinçsiz davranışlara iterler. Arketip kendisini gerçekleştirmenin bir yolunu arar ve Din bunun için güvenli formları sağlar. Gerçekte “çağırılması” gereken, Allah’ın İnsan’a üflediği, kendi İç’ine sirâyet eden Ruh ve mânâsıdır. Bu ise ancak, arayış ile mümkündür, yani Yazı’nın Ruh’unun indirdiği İlâhî İsim’in (Esmâ’nın) arayışı ile.

Ruh’un mâhiyetini asla açıklayamayız, keza “Ruh Rabb’in emrindedir”. Kelimelerin ötesinde yer aldığı için, kelimelerle açıklanamaz.

Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir. Ve size, ilimden sadece az bir şey verilmiştir.”

İsra Suresi 85. Ayet

Ne var ki, tam da bu tabiatından ötürüdür ki, Anlatım’ı anlatmak için bir anahtar-kavramdır; bir benzetme ile söylersek, ve sadece bir benzetme olarak; o, Kelime’leri dokuyan iplik gibidir. Görünen’i dokuduğu için, kendisi Görünmeyen olarak kalır. Dolayısıyla onun hakkında fazla şey söylenemez.

Ve ant olsun ki Biz, yakın gökyüzünü kandillerle süsledik. Onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. Onlar için ateşin azabını hazırladık.

Mülk Suresi 5. Ayet

Nefsin yansıtıcı tabiatını, Rahman’ın ve güzelliğinin hizmetine sunanlar, (her çeşit) Sanat Eserleri’ni oluşa getirirler; nefislerinin hevâ ve heveslerine bunları hizmet ettirmeye çalışanların ise, yanılgı ve hüsrana uğraması kaçınılmazdır. Bunlardan en sık karşılaşılan yıldız falcılığı ve tarot kartı falcılığı gibi uğraşlar, gerçekte nefsin yansıtma tabiatının nefsânî hevâ ve heveslere yöneltilmesinin sonucu ortaya çıkar. Yorumculuk ile Falcılık arasındaki ince ama önemli farka Yorumcu Arketipi ve Falcı Arketipi başlıklı yazılarımızda değinmiştik.

Dolayısıyla Görüş geliştirmeye dayalı uğraşlar, temelinde, Yansıtma İlkesi gereği, varlıklar arasındaki etkileşimlerin incelenmesine dayanır. Nefsimizin heveslerine değil de, Rahman’ın Yaratım’ını tanımaya yöneldiğimizde, bu sefer Dış’ta “parıldayanlar” bize kendi İç’imizde oluşan “ilham pırıltıları”nı andırır. İç-Dış Bütünlüğü sağlandığında ise, ikisi de tecelli eden İlâhî İlke’lerin bir yansıması olarak görülür; yani bir Ayet, bir “gösterge” olarak.

Tarot kartları ise, benzer biçimde, Nitel Sayı’ların sembolik bir tasviri olarak görülür ve bunların mânâsını okumaya yarar.

Ruh(un) Çağrısı, İç cihetine değil de Dış cihetine yöneldiğine, Arketip Dış’sal unsurlara yansıtılır ve Falcılık uğraşın türevlerini (çeşitlerini) meydana getirir. Keza Falcı, Ruh’u İç’te değil, Dış’ta aramaktadır; bu sebepten, kaçınılmaz biçimde hüsrana uğrar ve Allah onu “dalalete düşürür”. Gördüğü, gerçekte, ancak (kendi) İç’inde bulunanın bir yansımasıdır; fakat Falcı, Tanrı Kompleksi’nden ötürü, gördüğü çeşitli Şekil’leri “geleceğe dair işaretler” olarak algılar.

Doğrusu, “Görülen Şekil’lerin bir işaret olabileceği” düşüncesi, tamamen yanlış değildir. Fakat bu sezgi, tek başına yeterli değildir. Sezgiyi takiben gelen (inşa edilen) bir Nazariyat’a (Teori’ye/Theoria’ya) ihtiyaç vardır. Nazariyat, İç-Dış Bütünlüğü (samimiyet) ile inşa edilir ve her ikisinin de okunmasını sağlayan bir çeşit dayanak oluşturur. Başka bir ifade tarzı ile, diyebiliriz ki; Nazariyat, İnsan-Hakk diyaloğunun bir sonucudur/eseridir.

(Bu bağlamda) Kur’an, İlâhî kökenli bir Nazariyat kitabı olarak da düşünülebilir. İlke’nin tecellîsi, Nefs’in perdelemesi olmaksızın, “geldiği gibi” yansıdığı zaman, hem İç’e hem Dış’a hitap eder. Bu durumda, ona, bu yansıyanın izine, Ayet deriz; yani “gösterge”. Ayet, Tevhid İlkesi üzerinden, ve İç-Dış Bütünlüğü ile, Hakikat’e “işaret eder”. Arapça Nun harfi, bu açılış ve kapanışa işaret eder. Artık dönüp bakmak, Okuyucu’ya kalmıştır.

Son olarak; (bu doğrultuda) “Kur’an”ı toplayıcı hakikat anlamında düşündüğümüzde, Kalem Suresi 2. Ayet’e şöyle bir parantez-yorum katabiliriz diye düşünüyoruz:

Nun, Kalem’e ve yazdıklarına ant olsun

Sen [Kur’an’ın Ruh’unu çağırdığın için] Rabb’inin nimeti ile mecnun değilsin

Kalem Suresi 1-2. Ayetler

Doğrusunu Allah bilir.

27.06.2024

Emin Ali Ertenü
Emin Ali Ertenü
Articles: 517

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir